İçinde bulunduğumuz sürecin belirsizliği, doğal olarak kaygı, stres ve korkuya sebep olmaya başladı. Ekonomik olarak büyük kaygılarımız var. Uzun vadeli planlar yapamıyoruz. Virüsten önceki hayatımızı düşünecek olursak zaten çokta muhteşem bir hayatımız yoktu. Hali hazırda küresel bir ekonomik krizin kapıda olduğunu uzmanlar dile getiriyordu. 3. dünya savaşı ile ilgili senaryolar çiziliyor, her geçen gün devletler arasındaki gerilim artıyordu. Kişisel hayatlarımızda, içinde yaşadığımız dünya gibi, bir kaosa batmış durumdaydı. Her birimiz hayat içinde çılgınca koşuşturuyorduk, yirmi dört saatin yetmediğinden yakınıyorduk. Nefes almadan, stres içinde oradan oraya koşuştururken, çocuklarımızı da peşimizden sürüklüyorduk. Kendimizle, ailemizle, yakın çevremizle ilişkilerimizde öyle muhteşem falan da değildi. Sosyal medya ile etrafımıza “mutluluk oyunları” oynuyorduk. Elimizde uçak biletimiz, bavulumuzu kareye sığdırıp, ayağımızı sallayarak çektiğimiz boomeranglar, lüks mekanlarda bir kafeye ederinin üç beş katını ödeyerek bundan haz alma çabalarımız… “Sevdiceğimle pazar kahvaltısındayız.” diyerek yaptığımız paylaşımdan sonra telefonu kenara bırakıp, çayı yudumlarken gün geçtikçe kötüye giden ilişkimizi düşünmeyi mutluluk sayıyorduk. Toplum içinde saygınlık kazanabilmek için, marka kıyafetlerimizi, telefonlarımızı, arabalarımızı yarıştırıyorduk.
Şimdi de tüm bunları kaybetmekten korkuyoruz! Saray gibi süslediğimiz, on kişilik bir aileye yetecek kadar büyük evlerimizde, aramızdaki uçurumların giderek arttığı, ilişkilerimizin buz kestiği betondan mezarların ne kadar gereksiz olduğunu düşünmeye başladığımız dönemlerden geçiyoruz. Misafir ağırlarken bile samimiyetimizi kaybedip, bir fincan kahvenin kırk yıllık hatırını unutup lüksün ve israfın gözleri kamaştırdığı sofralarda yitirmeye başladık tüm güzelliklerimizi. İçimizde kaybetme korkusu var ve kaybetmekten korktuğumuz tüm alışkanlıklarımızın hiçbiri temel ihtiyacımız değil. Hatta dikkatli baktığımızda her biri ayağımıza vurulmuş bir pranga. Belki tüm bunlardan kurtulduğumuz zaman, hayatın boynunda kravatı olan modern köleleri olduğumuzu fark edebileceğiz. Biz hayatı tüketirken, asıl hayatın bizleri tükettiğini göremedik. İhtiyacımız olmayan şeyleri elde edebilmek için gece gündüz çalışıp, ailemizden kendimizden çaldığımız zamanı, hayat şimdi bize geri veriyor. İyileşebilmemiz için bize fırsat tanıyor. Doğa yenileniyor, hayvanlar nefes almaya başlıyor, aileler yeniden birbirleriyle bağ kuruyor ve sevdiklerimizle bir arada olmanın ne kadar büyük nimet olduğunu düşünmeye başlıyoruz. Hayatı daha çok sorgulamaya başladık, ilk kez insanların benzer şeyler düşünüp benzer cümleler kurduğuna şahit oluyoruz. Bu noktadan sonraya eskiye dönüş olmayacak, bunu biz istemeyeceğiz. Bir saat sonrasını bile geri getiremiyorsak eski hayatlarımıza nasıl dönebiliriz? Evet dışarıya baktığımızda bir yandan insanların hayatları son buluyor, bir yanda acı ve ıstırap var… Ancak şu da bir gerçek ki, doğa bizi durdurmasaydı biz birbirimize çok acımasız davranacaktık. Gözümüzü bürüyen hırsla, daha fazlasına sahip olma arzusu ile çoluk çocuk, genç, yaşlı dinlemeden birilerini savaşlarda öldürecek, birilerini açlıkla süründürecektik.
Doğanın elinde iyileşmek, arzuları uğruna her türlü kötülüğü yapmaya hazır insanoğlunun elinde yok olmaktan daha az ıstırap verir… Farkındalık dileğiyle…