Sıradan bir sabah yine (malum artık her günümüz pazar gibi) … Saatimi kurmadan uyandım, sakince gözlerimi açtım ve karşımdaki duvarı uzun uzun seyrettim. Yetişmem gereken bir mesaim yoktu. Eskiden yetmeyen 24 saat artık fazla bile gelmeye başlamıştı. Birden canım kahve çekti, yatağımdan çıktım mutfağa doğru gittim ve kahvemi yaptım. İçmeye başlarken -normalde böyle bir alışkanlığım hiç yoktur-, “Kahve içme fikri de nereden çıktı?” diye düşünmeye başladım. Şayet bu düşünce olmasaydı, o yatakta “bir taş gibi” saatlerce durabilirdim. Nereden çıktığı hakkında hiçbir fikrim olmayan bu düşünce, beni harekete geçirmişti. Ve sanki içimde beni yönlendiren başka birisi varmış gibi hissettim o anda.
Sonra telefonu elime aldım. Sosyal medyada dolanırken, bir elbise gördüm -yine hiç aklımda yokken-, “Bu elbiseden benim de olmalı.” diye düşündüm ve tam sipariş edecekken, “Hop hop hop dur! Bir dakika… Neler oluyor?”, diye sordum kendime yeniden. İçimde birisi beni ele geçirmiş ve istediği her şeyi bana yaptırmaya çalışıyor gibiydi. “Bu elbise de benim olmalı, şu arkadaşımda gördüğüm son model telefon vardı ya ondan da istiyorum. Kocasının hediye ettiği son model arabaya binen arkadaşım var ya -aslında onu da çok sevmiyorum ama seviyormuş gibi yapıyorum ve ona gülücükler dağıtıyorum her gördüğümde-, işte o arabayı da almalıyım, hatta daha iyisini almak için kredi bile çekebilirim aslında. Daha fazla çalışırım, kısa sürede öderim. Tamam çok yorulabilirim ama o arabaya binmek için buna değer doğrusu…”
Liste uzadıkça uzuyordu… İyi bir tatil, şu lüks mekanda bir yemek, alışveriş, alışveriş, alışveriş… Onu da al, bunu da al, şunu da al. Peki ihtiyacım var mı? Yok, hem de hiç yok. Ama aldıkça mutlu oluyorum. Kısa süreli bir mutluluk gerçi, fazla uzun sürmüyor, buna rağmen istiyorum, al yine de!… Evet tam da böyle ilerliyordu hayatım. Sürekli bir şeylerin peşinden gitmem için, içten içe beni ele geçiren bir gücün esiri olmuştum adeta… Farkında değilmişim ama uzun bir zamandır böyle yaşıyormuşum meğerse… İyi de içimdeki şu “sürekli almak isteyen benden” nasıl kurtulabilirdim? Böyle yaşamak istemiyordum. Bu “kötü arkadaşla” zıt gitmeye karar verdim ve bunu uygulamaya koydum. Ancak onu bastırmanın veya ona karşı koymanın mümkün olmadığını fark ettim zamanla. Çünkü bu arzulara karşı koymak ya da bastırmak kısa süreli işe yarıyordu. Ancak uzun vadede yine kazanan o oluyordu.
Varlığını kabul etmek zorundaydım çünkü o olmadan yemek, içmek, uyumak gibi temel ihtiyaçlarımın dışında, bir şey yapmak için yerimden kıpırdamayacağımı fark ettim. Beni harekete geçiren bir güçtü. Onun köleliğinden kurtulmak için bir şeyler yapmalıydım. Artık onun farkındaydım ve bir şeyler yapmak için bu harika bir başlangıçtı. “İşte bu onun zayıf noktası olmalı” diye düşündüm. Yani “içimde onun yaşadığını keşfetmek!”, dizginleri ele geçirmek için eşsiz bir fırsattı. Bastıramadığım ve ortadan kaldıramadığım bu güç ile ne yapabilirdim peki? Bu dünyada doymak bilmeyen arzuların peşinden koşarken, daha gerçekleştirmek istediğim birçok arzum varken, hiçbirini yapamadan hevesim kursağımda ölüp gidecektim bir gün…
Oysa ki, hiçbir şey, bu kadar basit olmamalıydı. Dizginleri elime geçirip, kendimi yeniden inşa etmeli, koyduğum her tuğlayı özenle yerine yerleştirmeliydim. İçimdeki kötülüğü görüp, onu iyiliğe çevirebilirdim. Bugüne kadar hep kendi arzularım için yaşamış bir ben olarak, bu bağımlılıktan kurtulup, başkaları için bir şeyler yapmaya, sorumluluk almaya başlayabilirdim artık. İçimde birçok arzu biriktiriyorum, kendimi memnun edebildiğim kadar mutluyum ve gerçekleştiremediğim arzular kadar da ıstırap çekiyorum. Acıdan kaçarken, keyfim olsun diye ince hesaplar yapıyorum. Bu tutsaklık gibi, bu bir çölde kaybolmak gibi… Buraya kadar okuduysanız eğer, “tamam güzel, içimizdeki kötü arkadaşı biz de gördük. Peki ne yapmalıyız? diye soracak olursanız, şöyle bir örnekle açıklamak isterim; insanoğlu doğar, bebeklik çağından sonra okul çağına erişir. Anne babalar olarak onlara okula gitmeleri gerektiğini, orada güzel şeyler öğreneceğini söyleriz. Onları okulun kapısına kadar götürürüz, görevimiz buraya kadardır. Daha sonra, çocuk o kapıdan girer ve kendi arzusu, çabası ile okur. Bilgiyi yine kendi çabası ile edinir. Çoğu zaman zorlanır, yapamayacağını düşünür. Ancak ileride iyi bir yerlere gelmek için, bunu yapması gerektiğinin farkına varırsa, zorluklara dayanır ve iyi bir geleceği kendi çabasıyla inşa eder.
İşte bu yazımda, sizlere içimizde bizi sürekli oradan oraya koşturan bir güçten bahsettim. Şayet bu konuda benimle hem fikirseniz ve onun varlığını kabul ederseniz, sizinle okulun kapısına kadar gelmiş olurum. Oradan içeriye girip, onu iyi niteliklere çevirmek ve dizginleri elinize almak, tamamen size kalıyor. Kendinize karşı geliştirdiğiniz bağımlılıktan, arzularınız için yaşadığınız kölelikten kurtulmak için, özgürlüğe giden yolda “ilk adımı” atmak sizin elinizde.
İşte kapı orada, içeri girmek isteyen herkes anahtarı elinde tutuyor… Ve kapı isteyen herkese açılıyor…