Yaşadığımız son aylar epey alışılmadık ve tuhaf geçmiyor mu? 2020’ye girdiğimiz andan itibaren, hayat sanki bütün felaketlerini üstümüze göndermeye başladı. Deprem, çığ, terör, büyük kazalar… Her felaketten sonra; bu da mı oldu, bu kadarı fazla, 2020 hemen bitsin derken birden bir virüs çıktı ve tüm hayat akışımızı kökünden değiştirdi, hem de tüm insanlık olarak!
Sürecin başında yeni kurallara alışmak bizi epey zorladı. Öyle ya, evden çıkmamak da neydi! Hele maske takmak, sosyal mesafe, kısıtlamalar, sokağa çıkma yasakları… Eski alışkanlıklarımızı çok özledik. Hayaller kurduk. Ahh, ahh keşke şimdi şurada olsam, bunu yapsam… Sonra zaman geçti, vakalara ve ölümlere alıştık, tedbirler gevşetildi ve hemen eski alışkanlıklarımıza geri döndük. Ama artık bir şeyler farklıydı, eskiden yaptığım şeylerin eski tadı tuzu kalmamıştı. Gezmek, alışveriş yapmak, işe gitmek, bilgisayar oyunu oynamak, hatta sosyal medyada gezinmek bile… Neden böyle oldu diye sordum ve fark ettim ki aslında eski alışkanlıklarım o kadar da güzel ve faydalı şeyler değilmiş. Mesela bir kıyafet, bir gömlek almak için AVM’ye gidiyorum, o kadar trafik çekiyorum, otopark bulmaya uğraşıyorum. Kalabalık mağazaları gezip sonunda beğenip o gömleği alıyorum. İpliği Bursa’dan, iplik boyası Çin’den, tasarımı İsviçre, işçiliği Tayvan. Fiyatı 100 lira. Deposu çeyreği geçmeyen arabama binip eve doğru sıkışan trafikte ilerlemeye çalışırken aklıma takılıyor. 100 lira benim bir günlük çalışma ücretim. Aklıma iş yerinde geçirdiğim kötü bir gün geliyor, ne yani tüm gün o çileyi çekip elde ettiğim tek şey bu kıyafet mi? Yok yok iş yerinde güzel geçirdiğim bir günle özdeşleştirsem daha iyi olacak galiba yoksa geri dönüp iade edeceğim, gerçi kavşağı da kaçırdım. Telefonum çalıyor, arayan Mehmet;
– Napıyorsun?
– İyiyim, sen napıyorsun?
– İyi. Ne diyeceğim, akşama kafede buluşalım.
– İyi tamam, ararım ben seni, yoldayım şimdi.
Aklıma kafe ortamı geliyor. 1 liralık kahveye 20 lira verdiğin için mutlu görünmen gereken yer. Hafif kaykılarak oturup kolunu sandalyeye at ki dışarıdan bakan gözler seni yadırgamasın. Gerçi sosyal medyaya bir iki foto atsam hiç fena olmaz. TBT yapmaktan telefon zaman makinesine döndü. Aman eve gideyim de bakarım. Gömleğimi çıkarıp yenisini giyiyorum. Hımm yakıştı, çünkü bu gömlek için koca bir gün çalıştım. Acaba bu gömleğin üretimi için çalışan o kadar kişi de iş yerinde kötü gününde miydi veya çalışma şartları zor muydu? Eğer öyleyse onların mutsuzluklarını kendi mutsuzluğumla satın almış olacağım. Bir iç sıkıntısı, başladı yine sorgulamalar. Dünya’da her gün milyonlarca parça plastik üretiliyor ve bunlar tek sefer kullanılıp atılıyor. Mesela pipet. Renkli renkli, boy boy pipetler. Çocukken çubuk derdik, endüstri haline gelince dilimiz de değişti. Poşetler, tek çizik atılmadan çöpe giden kağıtlar. Ederi değerinden çok fazla olan her şey. Cidden bu kadar şeyi üretmeye ve tüketmeye ihtiyacımız var mı? Paramızı, ihtiyacımızı gidermeye değil de ihtiyacımızın ne olduğunu belirleyenlere mi kaptırıyoruz? Ham maddesini doğadan, işçiliğini insanın zamanından, yani hayatından çalmıyor muyuz? Aslında işyerlerinde geçirilen milyonlarca saatin gerçekten gereği var mı? Doğaya bakıyorum, buna benzer tek bir örnek göremiyorum. Bütün doğa ahenk içinde, sadece ihtiyacı kadarını alıyor. Mesela ağaç… Topraktan su, mineral vs. alıyor ve büyüyor. Yaprak açıyor, meyve veriyor. Meyveyi kendi yemiyor, gölgesi kendi için değil. Oksijen kaynağı ve kuşlara da ev sahipliği yapıyor. Yani bir ağaç da doğadan alıyor ama sadece ihtiyacı kadarını ve aldığını da doğaya geri veriyor. Hem fazlasını verseniz bile bu durum onu daha sağlıklı, güçlü yapmak yerine tam tersi onu çürütüyor.
Peki insan ne yapıyor? Acaba bu virüs doğanın bize kendimizi sorgulamamız için verdiği tarihi bir fırsat mı, belki de birbirini yiyen şımarık iki küçük çocuğa annesinin tatlı sert müdahalesi ve haydi odalarınıza deyip ayırması mı? Yeni aldığım gömlek beni terletmeye başladı. Çıkardım, çıplağım. Pencereyi açtım, karşımda rüzgarla dans eden bir ağaç. Biraz rahatladım. Peki insan neden böyle? Dünya, bütün insanlara yetecek yiyeceği, barınmayı vermişken artıp da atılan yemekler bütün açları doyuracak iken insan neden doyumsuz ve sürekli daha fazlasını istiyor? Eksik olan tarafımız neresi? Ve ben bu Dünya’ya sabah 8 akşam 6 çalışıp insanların doyumsuzluğunu tatmin etmeye mi geldim? Bakmayın insanlar dediğime, ben farksızım sanki. Hadi itiraf edeyim, bütün hayatım hep haz peşinde koşarak geçti. Ne zaman o peşinde koştuğum hazzı alsam o şeye karşı arzum bitti ve yeni bir hazza doğru yolculuğum başladı. Yani ben de bu sistemin işlemesi için gönüllü köle oldum diyebilirim. Peki bu gidişat değişebilir mi? Kuralları, kanunları değiştirsek, yok, insan yine bir çıkış noktası bulur, bulamasa bile idam cezasının olduğu ülkelerde bile yine de o suçlar işleniyor. Hımm yöneticileri değiştirsek… Ee gelenler gidenleri aratacak, hep böyle olmuş. Gelenler de yine aynı sistemin içinden geliyor. Tamam galiba buldum. Sistemi değiştirelim, bu kapitalist sistem biterse kimse kimseyi sömüremez. Yok yine olmadı, bu denendi ama başarılı olmadı. Yok ya tam denenemedi de ondan başarılı olamadı. Tüm insanlık komünizme geçerse işler kesin yoluna girer ve tüm insanlık mutlu, mesut kardeşçe yaşarız. Biraz üşüdüm, tekrar gömleğimi giydim. Ayağa kalkıp aynaya baktım. Cidden yakıştı gömlek, iyi ki almışım 100 liraysa 100 lira, hem bana ne bunu üreten işçilerin ruh halinden, çalışma koşullarından. Enayi gibi çalışmasın onlar da… Sustum, irkildim, aynaya tekrar baktım, gerçekten kötü olan neydi? Kanunlar mı, yöneticiler mi, sistem mi? Kötü olanı hep dışarıda aradığımı fark ettim. Kötü olan bendim, ben kötü olduğum için yaptığım kanun, kurduğum sistem, her şey ama her şey de kötü oluyordu. Şeytanı dışarıda aradığımda baktığım her yerde, her kişide görebiliyordum ama asıl şeytanın kendi içimde olduğunu görmek…Tüylerim ürperdi, burnumda bir çürük kokusu…Reddettim, hayır ben iyi bir insanım. İyilik yapmayı da severim. Geçenlerde işyerinde arkadaşın annesi hastalanmış, gönüllü olarak onun yerine çalışmaya geldim, hem de hiç itiraz etmeden. Bu iyilik değil mi, değil mi… Bir gün benim acil bir işim çıkarsa yerime bir başkasının gönüllü olarak beni idare etmesini mi istedim yoksa, yoksa iş yerindeki itibarım mı arttı? Kendim için mi yaptım yani… Bir saniye, daha iyi bir örneğim var. Evsiz bir adama para verdim, hem de kimse görmesin diye özen gösterdim, tamamen karşılıksız. Karşılıksız mı? O parayı verdim diye öz saygım artmadı mı, kendimi gerçekleştirmiş hissetmedim mi, hâlâ yaptığım o iyiliği düşünüp haz duymuyor muyum? Sokak hayvanlarını beslemek, dilenciye para vermek, sosyal projelerde gönüllü olmak, otobüste yaşlı birine yerini vermek…
Bir saat boyunca yaptığımı sandığım iyilikleri düşündüm, sonuç hep aynıydı. Yaptığım her eylemi kendim için, kendi çıkarım için yaptığımı fark ettim. Hatta aşık olduğum zamanlar bile aslında karşımdakini gerçekten sevmediğimi, onun bana hissettirdiği duyguları sevdiğimi ve ondan artık haz almadığımda ilişkimin bittiğini fark ettim. Hayatımda kendim dışında hiç kimseyi sevemediğimi keşfettim. Sonra diğer insanları düşündüm, sorun sadece bende miydi? Hayır aslında herkes benim gibiydi. Herkes sadece kendi hazzı için çabalıyordu. İçimde kendime karşı bir nefret doğdu. Hem iyi olamadığım ve kimseyi gerçekten sevemediğim için hem de bunca sene bunu fark edemediğim için. Sahi insanlık bütün ömrünü sadece mutlu olmak için arayış ile ve koşturma ile harcıyor ama yine de anlık hazlar dışında mutluluğu bulamıyor. Fark ediyorum ki bunun tek nedeni sadece insanın, doğanın işleyişinin zıddında bir doğaya sahip oluşu. Bu durumu değiştirmem gerekiyor ama nasıl, nasıl doğaya uygun yaşayabilirim, egomun üstüne çıkabilirim? Tıpkı karşıdaki ağaç gibi sadece ihtiyacım kadarını alıp gerisini diğer insanlara ve doğaya yarar sağlamak için verebilirim. Kendimi tüm insanlardan uzak, dağ başında küçük bir kulübeye kapatsam… Ama o zaman insan olma özelliğini kaybederim, hem bu yaştan sonra avlanmak falan bana gelmez, gerek de yok. Bu işi insanla insan arasındaki ilişkide halletmek lazım gibi. Bir insanı gerçekten nasıl sevebilirim, karşılık beklemeden nasıl verebilirim, hayatımın amacı ne, ben bu dünyaya neden geldim? Sanırım pandemi dönemi bana bu soruların cevaplarını düşünmem için epey faydalı olacak. Gömleğimi çıkarırken telefonum çalıyor, arayan Mehmet;
Neredesin?
Evdeyim.
Haydi çık, seni tavlada bir yeneyim.
Şimdi ne yapacağım, hiçbir şey olmamış gibi kendimi bu kusurlu hayatın akışına tekrar bırakacak mıyım yoksa harekete mi geçeceğim? Acaba özgür seçim denilen şey sadece kendim için haz alma arzum olan doğamı değiştirmeye çabalamak ile çabalamamak arasında mı? Mehmet;
Aloo, sesim geliyor mu? Aloo!…
…………………..