Tarih öncesi zamanlarda, insanlar kabileler halinde yaşarlardı. Daha sonra ise, köylerde büyük aile toplulukları halinde yaşam sürmeye başladılar. Köylerdeki yaşam, yardımlaşma ve ortak yapılan işlerle devam ederdi. Köylerdeki mevcut yapının yetmemeye başlamasıyla birlikte insanlar yeni arayışlara girdiler. Bu arayışı, şehirleşme ve şehirleşmeyi müteakip, birçok ihtiyacın ortaya çıkması takip etti. İhtiyaçların artması ise, daha çok çalışma gerekliğini ve bu da insanlar arası ilişkilerin değişmesini beraberinde getirdi.
Ekonomi, toplumsal ilişkilerimizin yansımasıdır. Bu nedenle, ekonomideki krizler öncelikle birbirimizle olan ilişkilerimizde ki krizlerdir. İnsan doğası bencildir, kendisi için maksimum kar elde etmeyi amaçlar. Kıtlık gerçekliği içinde, bu işlev, doğal olarak insanlar arasında, rekabet ve kazananın olmadığı, sıfır toplamlı bir oyunda, birisinin kazanması için diğerinin kaybetmesinin zorunlu olduğu bir çekişme yaratır.
İnsanlığın evrimleştiği bu küresel dünyada, aramızda karşılıklı bağımlılık vardır ancak şu anda aramızdaki bencil bağlantı, artık işlev görmemektedir. Bencilliğimiz ile, birbirimize bağlı oluşumuz arasındaki bu uçurum, krizlerin nedenidir. Evrensel dünyanın kanunları, bizi ortak sorumlulukta bağlanmaya ve tek bir organizmanın hücreleriymişiz gibi tüm dünya halkının yararına davranmaya mecbur etmektedir.
Bu durumun bize dikte ettiği ekonomik modelin temeli, ortak sorumluluk ve sosyal dayanışma olup, kişisel ve sosyal refaha sahip bir hayata, ahenkli sürdürebilir bir sisteme kavuşmayı ancak bu şekilde başarabiliriz. Eğer, insan ilişkilerinin ve insan doğasının, ekonomi üzerindeki kritik etkisini anlayabilirsek, etkin, sürdürülebilir ve istikrarlı bir ekonomik sistemi de nasıl kurabileceğimizi anlamış olacağız.
Görüyoruz ki, değişmesi gereken sadece ekonomi değildir. İnsanoğlu olarak tavrımızı, birleşme, birlik olma, toplumsal bağlılık, başkalarına saygı, ilgi, sevgi göstermek ve ortak sorumluluk almak yönünde değiştirdiğimiz zaman, ekonomik krizlere de çözüm bulmuş olacağız.