İsteklerimizi ortaya koymada kendi yapılarımızdan çok çevremizdeki türlü kuşatıcımız rol oynadığından, gerçek birer şahsiyet olamadık. Kendimize has olma tutkumuz bile bizi kuşatan şeylere karşı bir tepkiydi. Şahsiyet inşasından ziyade, bir şahsiyetsizlik çırpınışı…
Bunca tekdüzelik, herkesin benzer saç biçimleri ve benzer kıyafetlerle dolaştığı, ruhsuzca kurgulandığı hissini veren ve maskeli yüzlerle dolu bir Matrix ortamında insan kendisine daha ne kadar yabancılaşabilir ki diye düşünmeden edemiyor kişi. Manayı hisseden o altıncı duyumuz , yalnızca beş duyu organımızla hissettiklerimizden ibaret olan fiziksel dünyada kapana mı kısıldı? Bakmak, görmek, duymak, koklamak, dokunmak ve hissetmenin eşsiz uyumunda madde ve mananın bir arada aktığı bütün bir yapı olduğumuzu unutmuş olabilir miyiz?
Neden olduğunu bilmediğimiz halde doğru veya yanlış olduğunu ezbere kabul ettiğimiz birtakım kavramlarımız var. Daha önce üzerine hiç düşünmediğimiz halde kabul ettiğimiz bu ’’uygundur’’ ve ‘’uygun değildir’’ direktiflerinin gölgesinde gerçek benliğimize dair parçaları birer birer yitiriyoruz.
Sorgulamanın radikalliği, radikalliğin ise dışlanmayı getirme tehlikesi var çünkü…
Tüm bu düzenin ortasında şöyle bir durup da;
“sevmek ne demek?”
“paylaşmak ne demek?”
“ben kimim?”
“beni diğerlerinden farklı kılan nedir?”
“hayattan ne istiyorum?”
“hayatımın anlamı nedir?”
“ben şimdi ne için yaşıyorum?” diye kendine bir kez sormaya başladın mı işin iş demektir.
Sorular düşünmenin, düşünmek fark etmenin ve fark etmek yaşamın anlamını sezmenin kapılarını açar. İşte tam bu noktada mutluluk ve mutsuzluk iç içe geçmiş kavramlar olarak karşımıza çıkar. Değişim, dönüşüm, özgünlük, özgürlük gibi değerlere sahip olmak bize büyük mutluluk ve tatmin hisleri vaad ederken , onları elde edebilmek için eski alışkanlıkları yıkmanın ve sorgulamadan yerine getirdiğimiz talimatlara karşı dik durmanın gerekliliği , ödenmesi gereken bedelleri gündemimize getiriverir.
“ya kapılarını kilitle, ya da savaş alabildiğine!…”
Herkesin bütünün bir parçası olduğu bu gerçeklikte kendini kapılarını kilitleyip bütünden ayırabileceğini sanmak yaygın bir yanılsamadır.
Sevmek, yalnızca bu kurgulanmış dünya düzeninden kaçmak için sığındığın ve benliğini kendi kendine yarattığın ancak gerçek dışı olan güvenli limanlara zincirleyen bir duygu değildir. Özgür iradenle yapmış olduğun seçimlerdir sevmek…
Paylaşmak! Aynı evi, aynı ekmeği, aynı ülkeyi, aynı dünyayı mecburen değil, içinde cıvıltılarla, sevinçle ve gönül huzuruyla bölüşmektir.
Kendin olmak, ‘’kimsenin özgürlüğüne, canına, malına kast etmediğin sürece’’ dilediğince yaşamaktır…
Çevrende olan bitenlere gözlerini kapatmadan, hayata ve evrene değer katmak, üretmek, geliştirmek, çalışmak, birleşmek, “hey, ben de sizinle varım, ben de yaşıyorum!” diyebilmektir özgürlük…
Korkudan korkarak, hatta tek başına kalmaktan korkarak sürdürdüğün yaşamda daha da yalnızlaşmak değildir …
Gerçekten var olmak, içindeki tüm coşku ve inançları elinin tersiyle itip hapishanedeki mahkum misali kapılarını kilitlemek değildir…
Var olmak bilinçli düşünmektir. Neyin neden, nasıl, ne zaman, nerede ve kim tarafından dayatıldığını, sorgulayıp bilgeliğin eleğinden ince ince süzmektir.
Gerçekten yaşamak, hem kendin olarak hem de birlikte yaşadığın tüm varlıklarla uyum içerisinde var olup evrenin içindeki görevini başarıyla tamamlamaktır. Düştüğün çukurları , uğradığın haksızlıkları ve geçmişte yaşamış olduğun acıları zihninde tekrar tekrar sahneleyip bencilce kendine acımak
yerine , hayata katkısı olması niyetiyle artık maruz kalan değil de değer üreten bir varlık olarak sürdürmektir yaşamını.
Diğer varlıkların da var olabilmesi için sorumluluk alma yürekliliğini gösterebilmek ve böylece halkı için masaya kalbini koymuş muzaffer bir kumandan edasıyla, kendine has tertemiz kokunu bırakmaktır ardında…
Yoksa bırak en değer verdiğin kavramları, kendini ruhunu bile yitmiş bulduğunda, “bu ben miyim?’’ deyip aynalara küsmek midir yaşamak!
Yalnızca kendisi için yaşayan ve kendisinden başka kimseye faydası olup olmamasını önemsemeyen biri hayatta ne kadar iyi hissedebilir ki?
Böyle bir insanın ölürken hissettiği duygu, doğduktan sonra büyümüş fakat olgunlaşamamış bir bebeğin gelirken ağladığı gibi giderken de ağlamasından fazlası olmayacaktır…
Hadi bir kez soralım kendimize;
Gerçekten sevmek ne demek?
Paylaşmak ne demek?
Yaşamak ne demek?
Peki ya ben?
Peki ya ben?
Peki ya ‘’ben’’ … Ne demek?…