Belki haklı, belki haksız nedenlerle birbirlerinden nefret ediyorlardı, işte.
Bir gece, birdenbire karşı karşıya kaldılar, bir sokağın köşesinde. Şaşkınlıkları, yerini nefrete bıraktı. Artık bir şey görmüyor, duymuyorlardı. Nefret vücutlarını esir almış, o konuşuyordu. Onlar da, ona deyim yerindeyse kuzu kuzu itaat ediyorlardı. Nefret iyi bir teklifte bulunuyordu; parçala, ez, yak, sonunda büyük bir zevk alacaksın.
Karşı konulamaz bir teklifti. Zaten yıllardır onunla yatıp kalkıyordu ve o, gözlerinin ondan başka bir şey görmesine izin vermiyordu.
İşte fırsat görünmüştü. Nefret vahşi bir şeye dönüşmüş, akılları iptal olmuştu, neredeyse.
Birbirlerine doğru hamle yapacakları esnada ki bu saniyeler içinde oluyordu; içlerinden, minik, sanki cılız ama etkileyici bir ateşe benzeyen bir duygu çıktı.
Bu duygu, onlara yapmayı düşündükleri şeyin sonucunun, öyle düşündükleri gibi olmadığını gösterdi. Belki kısa bir an, hoş bir haz, ya sonrası… Ruhen yaralanacaklarını ve bu pişmanlığı bir ömür boyu taşıyacaklarını gördüler. Hisleri, onları dehşete düşürdü ve çaresizlik içinde çözüm talep ettiler.
O minik ateşin gücü onları sarmaya başladıkça sanki derinlerde yatan sevgi ve huzur dolu bir şeyler ortaya çıkıyordu. Nefretten ne kadar da güçlü ve talep edilebilirdi. İçinde, hayatın ne kadar da yaşanılası olduğunu onlara gösteriyor, ona doğru çekiliyorlardı.
Nefreti de görmüyor değillerdi. O oradaydı ama yavaş yavaş geri çekiliyordu. O geri çekildikçe birbirlerine daha da yaklaştılar, ta ki içlerindeki sevgi ve huzur el ele verene kadar. Nefret, sanki onları bu noktaya getirmiş ve görevini tamamlamıştı. O da mı mutluydu yoksa onlar mı öyle düşünüyorlardı? Gülümsemeden edemediler.