İnsanoğlu ezelden beri varlığının esas sorularına cevap aradı. Ben kimim? Varlığımın amacı ne? Bu dünyaya neden ve nereden geldim? Kendimi acı çekmekten kurtarabilir miyim? Tüm soruların cevabını bulsaydım varoluşumun gerçeklerini anlayabilir miydim? Daha önce bu dünyada bulunmuş muydum? Huzura, mutluluğa, sükûnete ve tatmin edici bir hayata erişebilir miyim? Neden bütün bu güzel hislere erişemiyorum?
Tarih boyunca her nesilde insanlar, evrenin sonsuz muammasını çözmek istediler. Bu nedenle bilimsel ve başka birçok yolu deneyerek, bu sorulara sürekli cevap aradılar. Bu sorular nesilden nesile geçti. Ama hala tatmin edici cevap bulunamadı. Aslında bu soruların en temeli mutlu, huzurlu, sevgi dolu ve tatmin edici bir hayat sürdürmek istememize rağmen neden yapamıyoruz?
Asırlardır mutsuzluk halkasının baş faktörü olan bizler, bunu fark etmesek de kendi kurduğumuz tuzağa yine kendimiz düşüyoruz. Üstelik başkası için kazdığımız çukurda kazıkların üstüne düşüyoruz. Ne geçmişin acılarından ders alıyoruz ne de nasıl yaşamamız gerektiğini bilmiyoruz. Bu ölümcül döngüden nasıl kurtulmamız gerektiğini düşünmüyoruz. Tıpkı kendi kuyruğunu kovalayıp yakalamaya çalışan kedi gibi.
İnsanoğlunu üstün bir varlık olarak kabullendik. Nihayetinde en üstün olma savaşını başlattık. Bu üstünlük savaşıyla yüzyıllar boyunca geliştik. Ancak bu durum insanlık için ciddi bir tehdit oluşturmaya başladı. Taş devri biteli asırlar olmuştu ve mağaralarda yaşayacak halimiz yoktu elbette. Yaşadığımız yüzyılda kendimizi korumak için demir zincirlerle örülmüş zırh giyecek değildik. Elimizde kalkanla, ok ve yayla at üzerinde gezecek halimiz de yoktu.
Ne yazık ki modern çağda yaşamamız güvende olmamızı sağlamamıştı. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de kendimizi korumak için daha güçlü önlemler aldık. Binaların içinde yaşamaya başladık. Kapılarımıza bol kilitli çelik kapı yaptık. Pencerelere demir koruyucular taktık. Bahçe etrafına beton duvar ördük, oda yetmedi keskin, demir jiletli tel örgüyle çevirdik. Evlerde, okullarda, hastanelerde, resmi kurumlarda, alışveriş merkezlerinde neredeyse aklımıza gelen her yerde güvenlik görevlisi ve kamera bulundurduk. Birbirimizden o kadar korkuyorduk ki birileri bizi korusun istedik. Sokakta yürürken çantamızı daha sıkı tuttuk. Geç saatlerde sokakta yürümekten korktuk. Dijital ortamda dolandırılmaktan korktuk. Ondan, bundan, şundan, vardan, yoktan, her şeyden korkar hale geldik.
Kendi mülkünde bile, hiçbir yerde, hiç kimse güvende değildi. Ormanda yaşayan hayvanlar bile güvende değildi. Çoğunun neslini ya direk ya da dolaylı olarak saçma sapan sebeplerle çoktan hunharca tüketmiştik. O kadar kötüydük ki mümkün olduğunca sokak kameralarıyla tüm sokakları takibe başladık. Sokakları aydınlatma sebeplerinden biri de kendimizi güvende hissetmekti. Birbirimize güvenmiyor ama ışığa güveniyorduk. Ülke içinde insanlar birbirinden korkar hale geldi. O kadar kötü olmuştuk ki canavarların bile korktuğu bir şey vardı, o da insan olmaktı.
Gelelim ülke ilişkilerine. Ülkeler arasında güven ilişkisine baktığımızda hepimizin bildiği gibi durum daha korkunç. Ülkeler arası anlaşmazlıklar toplu ölümler getireceği gibi geleceğin yüzyıllar sonrası yaşamını yok edecek kadar acımasız olabilir. Oysa ki her ulus savaşarak, başkalarını yok ederek, acılarla dolu bir geçmişi arkada bırakıp kendi sınırlarını çizmişti. Bu şekilde kendilerini başka ülkelerden koruyacaklardı. Peki bu 208 ülke istediği güvenli yaşama ulaştı mı? Cevabı hayır. Buna rağmen ülkeler güvende olmayı başaramadı. Sınırlara sahip olmak o ülke insanlarını korumadı. Savaş çıktığı zaman sınırlar hiçbir işe yaramadı. Aksine daha ölümcül sonuçlar doğurdu. Sınırın diğer tarafındaysan düşman ülkenin, düşman insanlarına dönüştük. Sen benim insanıma benim toprağıma zarar verdin, bende senin insanına ve toprağına zarar vereceğim. Birbirini hiç tanımayan, başka anne ve babanın başka çocukları birbirini öldürdü.
Dünyanın neresinde olursa olsun herkes aynı şekilde korkuyor, aynı şekilde seviyor, gülüyor, ağlıyor, acı çekiyor, yalvarıyor, pişman oluyor, üzülüyor. Bir ağacın dalları gibi herkes birbirinin aynısı. Kimi öldüreceğiz hepsi bize benziyor. Herkes aynı genetik programla doğuyor. Kalbi, karaciğeri, dalağı, böbrekleri, beyni, gözleri, bağırsakları aynı çalışıyor. Et bedenimizin birbirinden bir farkı yok. Başka ülkede doğmuş olsaydık başka ülke vatandaşı olacaktık. O ülkenin inançlarına, diline, kültürüne sahip olacaktık. Kültür ve inanç farkı bizleri ötekileştiriyor ve onları hiçe saymamıza neden oluyor. Günümüzde aynı aile üyeleri başka ülkenin vatandaşı oluyor. Falan asıllı vatandaş deniyor. Yetiştirdiğin ürünlerini ülke dışına satınca ihracat, sınırın ötesinde satınca ithalat oluyor. Amaç aynı hepsini başka birileri için üretip başka birilerine satıyorsun.
Günümüzde gelişen silah teknolojileri çok yıkıcı hale geldi. Kimyasal, biyolojik ve nükleer silahlar, uzun menzilli füzeler. Bırakın savaşı, askeri tatbikatlar için bile ülkeler geniş toprak parçalarına gereksinim duyar. Bu tatbikatlar doğal yapıyı bozup, uzun süreli çevresel tahribata neden olur. Bunun sonucu olarak toprak, hava, yeraltı ve üstü su kaynakları kirlenir. Savaşlarda bu oran ne kadar yüksek düşünün artık. Yok edilen ormanlar, verimsizleşen topraklar, radyoaktif kirlilik ve göçler. Sadece tatbikatlar değil, eskiyen silah sistemlerinin zehirli atıklarının imhası da çevreyi ciddi oranda kirletir. Dünyada çok fazla alan, zehirli askeri atıklarla kirletilmiş durumda. Dünyanın kaynakları tüm bu sorunlara rağmen savaş için harcanmaya devam ediliyor. Küresel silahlanmada harcanan miktar 1,2 trilyon doları bulmakta.
Ülkeler güvenliği sağlamak için üstün ve daha üstün teknolojik silahlara sahip olmak zorunda kalıyor. Olmazsa güçlü bir rakip olamayacağı için kolaylıkla yok edileceğini biliyor. O yüzden uluslararası silahlanma bir yarış haline gelmiş durumda. Savunma amaçlı ya da yok etme amaçlı sürekli silah üretimi yapılıyor. Tarih kitaplarında yazdığı gibi kapitalizmin, sermaye sınıfının savaşı başlattığını ve kanıyla bedelini ödeyen masum halktan bahsetmeyeceğim.
Esas anlatmak istediğim savaş asla çözüm olmamasına rağmen tarihten ders almıyor olmamız. Tıpkı filmlerde izlediğimiz bilincini kaybetmiş sürekli başkalarına saldıran zombiler gibiyiz. Savaşa harcanan kaynaklar insanlığın gelişimine harcanmış olsaydı herkes belli bir refah seviyesinde yaşardı.
İnsanlık olarak bu zombi hastalığından nasıl kurtulacağız. Evlerimizde ve ülkelerimizde nasıl güvende olacağız? İnsanlık olarak asırlardır başaramadığımız neydi ki hala acının, nefretin, güvensizliğin ve gözyaşlarının içinde boğuluyoruz?
Evlerimizin duvarları, ülkelerimizin sınırları bizi güvende tutmuyor. Eğer bizler değişmezsek hiçbir yerde güvende olmayacağız. Teknoloji ilerledi ama insani değerler denen içsel gelişimimizi tamamlayamadık. Kalbimiz taş devrinde, teknolojimiz uzay çağında. Eğer içsel yazılımımızı yükseltmekte biraz daha geç kalırsak daha yıkıcı 3. Dünya ve 4. Dünya Savaşı çıkacak. Yapay zeka robotlarda işin içine girince taş devrine dönmemiz kaçınılmaz olacak.
İnsan doğada en gelişmiş canlıdır. Arzusu da o kadar yoğundur. İnsanoğlunda bu arzu, narsizm, kontrol, üstün olma, bencillik şeklinde kendini gösterir. Yaşanılan savaşları sebep sonuç ilişkisine göre değerlendirsek de temelde yatan sebep, insanın gelişimini henüz tamamlamamış olmasıdır. Bu akıntı yönünde kürek çekmek yerine, akıntıya karşı kürek çekmeye benzer. Şu anda yaptığımız şey budur.
Tüm insanlık olarak gönüllü olarak iş birliğinde olursak hedefe hızlı ve daha az acı verici şekilde ilerleyeceğiz. Akıntının aşağısında bizi bekleyen kıyı dingin ve huzurludur. İşbirliğimiz ve karşılıklı saygımızı gönüllü olarak arttırırsak, o güzel nehir kıyısına hızlı, kolay bir şekilde ulaşacağız. Anlaşmazlıklar ve savaşların yerine insanlık birleşmelidir. Sadece kalplerin birliği, her birinin diğerinin iyiliğini düşündüğü zaman insanlık kurtulacaktır. Ardından bir sonraki yüksek derece ortaya çıkar. Büyüyen yozlaşmış egoizmin pençesinde sadece kendimizi hissetmekten kurtulacağız. O zaman bölücü ve yıkıcı dürtülerimizin üzerinde birbirimizle olumlu ilişkiler kurmaya hazır hale geleceğiz. Neden bu kadar kötüye giden bir dünyada olduğumuzu ve onu farklı bir şekilde yaşamamız için değişmemiz gerektiğini anlayacağız. Bu bizi gelişimimizin son aşamasına, evrenin tam farkındalığına getirmesi için akıntının yönünde çektiğimiz kürektir.
Günümüzde yepyeni bir dönüşüm ve geçiş sürecindeyiz. Geçmişte yaşadığımız insanlığın çehresini değiştiren devrimler yerine, tam bir değişme zamanı ile karşı karşıyayız. Eğer değişmezsek insanlık gelişiminin bir sonraki aşamasına çok fazla acı ve ıstırapla geçecek.
İki tarih var; doğum tarihi ve ölüm tarihi. İkisinin arasında olan olaylar kişiye özeldir dolayısıyla çok değerlidir. Bu çok değerli zaman aralığında varlığın amacına hizmet etmeyen her düşünce, davranış insana yeni acılar getirir. Dünyanın neresinde olursa olsun bütün insanların varoluşunun iyi bir sebebi var. Farkında olmasak da her insan bir evrendir ve kendi kaderinin bilgisine sahip olmak için doğar. Bilgiye giden yol açıldı. Bizim görevimiz yolun sonundaki kapıyı çalmak. Birbirine kalbinde iğne ucu kadar yer açan insana, tüm dünyaların kapıları açılır.
İnsanoğlunun yaşadığı tüm acılar yeteri kadar birikti. Bilim DNA’nın şifresini çözdü. Bizler de içsel DNA’mızın şifresini çözeceğiz. Sıkıca mühürlenmiş taş kalplerimizin duvarı eriyecek. Bizi öldüren kötülüğümüzü algılamaya başlayacağız. Karanlıktan aydınlığa ve sonsuzluğa açılan kapıdan, ebedi aşkın birleşme damlası akacak. Zamanı geldiğinde ki geldi, iki zıtlığın ortasında yeni bir duygu, yeni bir his oluşacak. Ortak kaderin bilgisine sahip olmak için dünyanın en ücra köşesindeki insanın neden doğduğunu bileceğiz. Kaderlerimizin ortak yazılım olduğunu, başka biri olmadan asla bir bütün olamayacağımızı anlayacağız. O zaman gelişimimizin son aşamasını tamamlamış olacağız.
Yazar: Hale Halil