34 yıl önce, 1986’da, Çernobil’de insanlık tarihinin en korkunç çevre felaketlerinden biri yaşandı. Çernobil Nükleer Santrali’nde meydana gelen patlama sonucu çevreye,1945’te Hiroşima’ya atılan atom bombasının 50 katına eşit miktarda radyasyon yayıldı. Patlama, iki yüz bin kişinin doğrudan ya da dolaylı yoldan ölümüne sebep oldu. Facianın etkileri nedeniyle yüz binlerce çocuk sakat olarak dünyaya geldi; kanser vakalarının arttığı, kazanın olumsuz etkilerinin nesiller boyu süreceği bildirildi.
Çernobil felaketinden sonraki en büyük ikinci nükleer kaza 2011 yılında, Japonya’da meydana geldi. On yıl önce, Japonya’da kaydedilen en güçlü deprem, Fukushima Nükleer Santrali’ni vuran bir tsunamiyi tetikledi. 18.000’den fazla insanı öldürdü ve radyasyon sızıntısı tüm kasabaları harap etti. Ve nihayetinde Japonlar, şiddetli yenilgilere maruz kalmalarına rağmen bu yıkımları başarılı bir şekilde aşarak büyük zorluklarla her seferinde müreffeh bir ülke inşa edebilmişlerdir. Bu sebeple bu darbeden de iyileşeceklerine hiç şüphe yoktu.
Fukushima, Çernobil’den bu yana en kötü nükleer felaketti, ancak bu felaketin dünya bilincinde özel bir iz bırakmadığı görülüyor. Dünyanın belirli yerlerinde ortaya çıkan olayları, bizi de etkileyebilecek bir şey olarak görmüyoruz.
Bugün dünya, gelecekteki felaketlerden kaçınmak için öncekilerden hangi derslerin çıkarıldığını sorguluyor mu? Maalesef hayır. Potansiyel riskleri azaltmak yerine savaş gücünü artıracak vizyonlar yaratılıyor. Küresel çatışma yerine, barış ve güvenlik için en güçlü silah olarak acilen insani bağlarımızı inşa etmemiz gerekiyor. Aslında, tüm insanlığın birbirine bağlı olduğunun farkında olsaydık, insanlığın yaşadığı zor olaylardan öğrenir ve karşılıklı destek için bencil tavırlarımızı ve eylemlerimizi değiştirmeye hazır olurduk.
İnsanlık genel olarak geçmiş felaketleri veya çatışmaları öğrenme deneyimleri olarak görmez. Dünya çok sayıda nükleer kaza ve iki dünya savaşıyla mağlup oldu, ancak hiçbir şey değişmedi. Fukushima nükleer felaketinin üzerinden on yıl geçti ve hâlâ 32 ülkede 414’ün üzerinde nükleer enerji reaktörü çalışıyor. Dünyanın elektriğinin onda birini sağlıyorlar, ancak ülkelerin tehlikeleri ve tehditleri önlemek ve hafifletmek için nükleer reaktörlerden kurtulmaya yönelik gerçek bir niyetleri olsaydı, zaten alternatif arayacaklardı.
Nükleer teknoloji tartışmalıdır, ancak kötü olarak sınıflandırılamaz veya iyi olarak övülemez, çünkü asıl soru nasıl kullanıldığı, dozajı ve arkasındaki niyetle ilgilidir. Küresel bir görüş; uzun vadede bizi etkileyen acil kâr uğruna, mevcut doğal kaynakların pervasızca kullanılmasına ihtiyacımız olmadığını ortaya çıkaracaktır. Bunun farkında olsaydık, üretim sistemlerimizi yalnızca varlığımız için gerekli olanla sınırlardık.
Birçok ülke tarafından önerilen “Yeşil Yeni Anlaşmalar” sosyal adaleti ve çevresel eşitliği teşvik etmektedir. Ancak bu önerilerin arkasında bazı olumlu önlemler olsa da bizi odak noktasından, asıl sorundan uzaklaştırıyorlar. İnsan, doğadaki en zararlı güçtür, hatta bir nükleer bombadan çok daha fazla, bu yüzden ıslah etmemiz gereken şey kesin olarak insan doğasıdır. Karşılıklı nefret, toplumlar içinde, insanlar ve ülkeler arasında her düzeyde yaşanmaktadır. İnsanlık, denge ve uyum yönünde ilerleyen doğanın tersi yönde hareket etmektedir. Birbirimizden uzaklaşarak karşılıklı yıkım için gelişmiş araçlar icat ediyoruz.
İnsanlık içindeki bölünme; savaşlara ve küresel krizlere neden olan şeydir. Ben merkezli odağımızda bir değişiklik yapmazsak, uzun süreli ıstıraplar yolunda ilerlemeye devam edeceğiz. Bu nedenle toplumsal barış içinde bir arada yaşamanın yeni, olumlu ilişkilerini bir an önce inşa etmeliyiz.