Doğduğumdan beri kendime has bir stilim oldu. Kıyafetlerim, dinlediğim müzikler, oynadığım oyunlar ve yaşam felsefem… Hep özgür ruhlu olduğumu düşündüm. Özgürlük, benim için sırtımda çantamla dünyayı gezmekten ziyade, içimde olan bir eğilimdi. Diğerlerine benzemeyen zevklerimle, zaman zaman yalnız da hissettim kendimi.
Bir gün, çok basit gündelik bir telaşın içindeyken, aniden bir aydınlanma geldi bana, daha doğrusu bir kararma diyelim veya tam tersi, her neyse… Dışarı çıkmak üzereyim, en sevdiğim renk olan turuncu bir giysi giymişim, küçük aksesuarlarım da birbirlerini tamamlıyor ve ben çok anlamlı bulduğum bir şarkı dinliyorum kendimi daha iyi hissedeyim diye… Dışarıda da hava mis gibi ve hoşlandığım insanla buluşmak üzereyim. Her şey yolunda gibi görünüyor kısacası…
Bir an, turuncuyu ne zaman sevmeye başladığımı düşündüm… Bir zamanlar beni iyi hissettiren bir şey mi yaşamıştım bu renkle ilgili acaba? Geriye gitmeye ve hatırlamaya zorladım beynimi. Hemen ardından, diğer sorular takip etmeye başladı birbirini durmaksızın? Düşündüğümü düşünen şey, zaten benim beynimken, onu zorlayacak olan başka bir güç ne olabilirdi?… Beyinin nasıl işlediğini beyinle nasıl inceleyebilirdim? Gözümü göremediğim gibi veya dilimi tadamadığım gibi bir şeyi düşünmeye nasıl karar verebilirdim? Öylece kalakaldım… Hayatını türlü türlü badireler atlatıp, değişik değişik
olay kombinasyonlarıyla yaşayıp ölecek olduğunu bilen insan için, ne kadar da korkunç bir durumdu bu?
Hiçbir zaman özgür ve iradesinin olmadığını algılama ihtimali… Kendimi Westworld’ de bir şeyler anımsamaya başlayan bilinçli robot Dorothy gibi hissettim. Buluşacağım kişi, turuncunun bana yakışmadığını söylerse eğer, en sevdiğim rengin en sevdiğim renk olmaktan çıkabileceğini hissettim. Çok önemsediğim bir dostumun, maviyi benim üzerimde çok beğendiğini birkaç kez dile getirmesiyle beraber en sevdiğim renk mavi olabilecekti belki de…
Hisler birikip mideme oturdu… Neyi neden sevdiğimi hatırlasam bile, o manzarada benim içimden kaynaklanan hiçbir şey yoktu. Tüm beğenilerim çevrenin etkisi ile şekillenmişti. Örneğin; sosyal medya hesaplarımın şifreleri, ne kadar da basit ve tahmin edilebilir şeylerdi… Duyduğum, gördüğüm şeylerin basit varyasyonları…Güneşin yüzüme vurması beni gülümsetirken, yürüdüğüm yolda tökezlesem anında canım sıkılıyordu.
Hadi güneş yüzüme vurunca gülümseyip iyi hissedeyim de, tökezlersem de canım sıkılsın gibi bir planlamam olmamasına rağmen, sağdan soldan gelen her türlü uyaranla, daha önce kafama girmiş kodlara göre hislere ve düşüncelere kapılıyordum. Histen hisse zincirleme bir maruz kalma durumu içerisinde savruluyordum Hiçbir şeye karar vermediğini fark eden ben, özgür seçimlerim yoksa ben olmanın neresindeydim?
Mutlu olma arzusu, her insan gibi hücrelerime yazıldığı için, bir şeyler istemek veya bir şeylerden rahatsız olmak zorunluluğunun hapishanesinde kapalı kalmıştım. Üstelik beğenmediğim o diğerleri de aynı mekanizmanın etkisi altındaydı. Öyleyse özel de olamayacaktım artık… Kimi küçük görecektim veya değerimi kime, nasıl kanıtlayacaktım?
Bir nokta gibi havada asılı kaldım… Sadece tek bir şeyden emin oldum ki insan bu hapishaneden sadece kendi düşünce yapısıyla çıkamaz. Her insanın yaşamındaki dezavantaj ve avantajları farklı ve aynı cevapları vermek şart değil, -ki zaten benim cevabım yeterli olsaydı içim rahat olurdu-, ama aynı soruları sormak gerekli ve ben bu soruları soran bir grupla birleşirsem birliğimizden hepimizin üzerinde bir çözüm doğabilir.
Böylece bu labirentten kurtulabiliriz. Çünkü doğada hep olan bu zaten. Mesela, hayvanlar, her şeyi işbirliği ve ortak bir amaç için inşa ediyor. Tek başlarına yapamayacakları şeyleri yapıyorlar içgüdüleriyle, otuz hayvan birleştiğinde ortaya otuzunun değil, daha büyük bir varoluşun gücü çıkıyor. Kendi içimdeki arzular, başkalarının arzuları ile ortak bir payda da birleşirse ancak, çok büyük bir dönüşüm ve değişime vesile olabilecektir.
Bugün sevdiğim renk belki değişmiştir ya da sonra değişebilecektir, bilmiyorum, ama gerçek bir insan olma arzum hiç değişmeyecek, bunu biliyorum.
Güç, bizimle olsun!…