Doğa bütünsel yapısı gereği her daim uyum içindedir ve içinde bulunan zıt ve uyumsuz durumlara karşı, sınırsız bir sabırla uyarı sinyalleri vererek onların dengeli ve ahenkli olması yönünde hareket eder. İçinde barındırdığı yaşamın doğru şekilde var olmasına yönelik eylemlerle birleşme ve ahenk eğilimini ortaya koyar ve her şeyi olması gerektiği gibi tertipleyip düzenler. İyi birer gözlemci olan pek çok kimse için bu durum şaşırtıcı değildir.
Peki bu bütünsel yapı içerisinde uyum içinde olmayan ve varoluşa zarar veren tek parça hangisidir, diye sorsak aklımıza cevap olarak ilk ne gelirdi? Tabii ki mensubu olduğumuz insanoğlu! Mantıklı bir yaklaşım ile düşününce görürüz ki gerçekten de doğada insan hariç her parça uyum içerisinde çalışmaktadır ve her şey kesin şekilde bu kurala göre hareket etmektedir. Sistemin içinde uyum içerisinde olmayı reddeden, hatta ve hatta kendini sistemin dışında algılayıp kendine özel bir kimlik var eden tek varlık, insandır.
İnsan bir yandan açık bir şekilde doğanın en gelişmiş parçası iken buna tezat olarak bütünlüğü algılama yetisini kaybetmiş tek varlık olarak da kendisi gözükmektedir. Buna rağmen insanlara sorulacak olsa, doğada bir bütünlüğün olup olmadığı bile muammadır; yani insanların bakış açısından, doğanın işleyiş sistemi bulanık gözükmektedir.
Peki bu yanlış algılamanın sebebi nedir? Esasen insan muhteşem potansiyelinin kurbanı olarak bu yarım haliyle bütünlüğü algılayamayacak kadar bencillik içine düşmüştür ki bunun getirisi olan kibir ve egoya sahip olması, esasen insan için yanlış bir çıkarım olarak düşünülmemelidir. Çünkü insan içgüdüsel olarak kendi gelişmişliğinin farkındadır ve bunu diğer tüm canlılara baktığında en içten şekilde görmektedir. Burada kaçırılan nokta, insanın üstün bir seviyede olsa bile henüz kendi evrimini tamamlamamış olmasıdır, hakiki varoluş safhasından uzakta olan ve henüz tamamlanmamış bir varlık olarak yaşamını sürdüren insan, içinde bulunduğu eksiklik koşulunda diğer canlılardan üstün olduğunu görür; lakin her şeyin birbiriyle iç içe geçmiş olup, birbiriyle doğrudan ilintili ve bağlantılı olduğunu göremez ve bu eksiklikten ötürü çok büyük bir vurdumduymazlığa ve bencilliğe sahip olur. Sebep sonuç ilişkisi kuramayan insan, yarım ve yanlış algılamasından ötürü içinde yaşadığı doğayı da kendini de tam olarak algılayamaz ve başına gelen olayları doğru şekilde değerlendiremez. Bu durumun nihai sebebi ve biz insanoğlunun kaçırdığı nokta, var olan potansiyelimizin henüz gerçekleşmediği ve realitedeki tanımımızın şu anki konumumuz olmadığıdır. Biz potansiyelimizi gerçekleştirmek ve konumumuzun üstüne çıkmaya devam etmek zorunluluğumuz olduğunu anlamak zorundayız. Aynı zamanda bu eksik konumumuzda, kendimizi doğadan ayırmamızın gerçeği yansıtmadığını ve bu yaklaşımın bize zarar verdiğini görmeye gelmemiz gerektiğinin de anlayışını kazanmak mecburiyetindeyiz. İnsan bulunduğu konumun yüceliğiyle oyalanıp bencilliğini ve kibrini büyüteceğine, anlayışını derinleştirmeli ve şu anki konumun nihai sonuç olmadığını ve bu gelişimin henüz devam ettiği gerçeğini kavramaya gelmelidir. Bu gelişimin devamında nihai ve doğal olarak anlayışta ve yaklaşımda değişimler olacak ve belki de kendi kendimizi konumlandırdığımız yerin ve benimiz dışındaki her şeye olan yaklaşımımızın henüz gelişim eksikliğimizden ötürü yanlış olduğu anlayışına gelmiş olacağız. İnsan, bencilliğini bırakıp özgecil bir tutum sergilemeye yönelik çaba göstermesi gerekliliğini ve doğanın içinde uyguladığı bu tavrının ona çok büyük zarar verdiğini eninde sonunda görmelidir.
Güçsüz bir verme, yani bencil olmadan -bağ kurma, yardım etme- arzusunun yanında var olan ölçülemeyecek boyutta olan devasa alma arzusu, insanın sefaletinin ve güçsüzlüğünün tek sebebi durumundadır. İnsan mevcut evrimin son noktası ve özünde yüce bir seviyede olmasına rağmen onu böyle ıstırap dolu, mutsuz ve bayağı hale sokan şey kontrol dışı alma arzusudur. İnsan bu noktada bir kara delik gibi her şeyi yediğini ve tüm felaketlerin kendinde olduğunu anlamalı ve dahası doğanın bundan etkilenip tıpkı insanın tutumu gibi çok sert ve ciddi geri dönüşlerle cevap veriyor olduğunu algılamalıdır. İnsan, bencilliğinin sonuçlarını ilişkilerde, doğada, içsellikte ve dışsallıkta görüp tüm varoluşa büyük zarar veriyor olduğunu idrak etmek zorundadır. Bunu yapması için ona her gün doğadan gelen mesajlara kulak vermeli, vurdumduymaz ve sağır tavrını bırakıp doğayla ve kendisiyle bağıntılar kurup, gidişatı kendisiyle ilişkilendirmelidir.
Peki, doğanın içindeki bütünlüğe zıt ve zararlı parçalar direkt olarak insanda ise doğa ona nasıl mesajlar verip de insanları bütünlüğe geri getirmek istiyor olabilir? İşte burada belki biraz bakış açımızı değiştirmeliyiz ve tabiatın şu günlerde bize bağırarak ulaştırmaya çalıştığı birlik çağrısına kulak vermeliyiz.
Yaşadığımız tüm virüsler, yangınlar, seller, sıcak hava dalgaları, iklim krizleri, ekonomik krizler, savaşlar, kıtlık vb. tüm yaşanılan gelişmeler belki de tabiatın bize bir uyarısı ya da çağırısıdır. İnsanın bu sonsuz bencilliği onu tüm sorunların merkezine getiriyorsa, gerçekleşen tüm afetler, doğanın ona bencilliğinden sıyrılıp birliğe gelme çağrısı olabilir mi? Belki de insanoğlu kendisine çok uzak gelen bu yaklaşımı biraz olsa kalbine yakınlaştırmayı denemelidir. İnsan şunu anlamalı ki kontrolsüz egosu ve bencilliğinden ötürü her şeye zarar vermektedir. Bu bencilliği ve kibri aşıp bağ kurmaya gelmeli ve sonsuz bencilliğinin ve alma arzusunun yanına biraz olsun karşılık beklemeden iyilik yapma arzusu eklemeye çalışmalı ve tüm çevresiyle pozitif bir şekilde bağ kurma çabası içine girmelidir.
Biz insanlar anlamalıyız ki aramızdaki kötü ilişkiler ve kopuk bağlar doğada şiddetli karşılıklar bulmaktadır. Büyüyen egomuzla her şeye zarar veriyor olduğumuzu derinlemesine düşünmeli ve bir anlayışa gelmeliyiz. İnsanoğlu bunun, doğanın bize iyi ilişkiler kurmamız ve bencilliğimizden sıyrılmamız için gönderdiği sinyaller ve fırsatlar olduğunu bir an olsun düşünmeli ve bu konuyu irdelemelidir. Tüm bunları göz önüne alan insan, tüm felaketlerin sebebini ve çözümünü başka yerlerde aramaktan ziyade kendi içine dönerek sorumluluğu üstüne almalı ve şapkayı önüne koyup yaşanılanları bir felaketten bir fırsata çevirmek için şansı olup olmadığını düşünmekle her zamankinden daha fazla meşgul olmalıdır.