Bu soruya cevap vermeden önce mutluluğun bizler için ne anlama geldiğini tanımlamalıyız. Genellikle istediğimiz her şeyi yapabilmek gibi düşünülse de aslında şu kısa ömürlerimizde mutlu bir hayat sürmektir özgürlük.
Doğamız gereği haz peşinde koşarız çoğu zaman. Sahip olduklarımızda ya da sahip olacaklarımızda ararız mutluluğu. Oysa yaşamı boyunca boşluktadır insan, yalnızdır. Birilerine ya da nesnelere tutunarak var olmaya çalışır. Ancak kişinin kendisi ortada yoktur. Girdiği çevrede form bulur insan. Aileden başlayarak arkadaş çevremizde, iş yerlerimizde ve toplumda kimlerle zaman geçiriyorsak pek çok arzumuzu ve ihtiyaç duyduğumuzu sandığımız şeyleri onlardan alıyoruz. Reklamlarda gördüğümüz markaların esiriyiz. Dizi ve filmlerde gördüğümüz karakterlerin kötü taklitleriyiz. Kendimizi yiyip içtiklerimiz, giydiklerimiz ve mesleklerimizle tanımlıyoruz. Bütün dünyayla rekabet halindeyiz, başkalarından üstün hissettiğimizde bunu başarı ve mutluluk olarak algılıyoruz. Hiç durmadan tüketiyoruz, aslında birbirimizi tüketiyoruz. İnsanlık olarak geldiğimiz noktada kendimizden başka kimseyi sevmiyoruz, sevemiyoruz.
Sanki bir şeylere sahip olunca mutlu olacakmışız gibi, her şeye sahip olmak istiyoruz ve aslında hiçbir şeye sahip olamayacağımızı fark edemiyoruz. Sırtımızda egomuz, özgürlük diye koşuyoruz ama arpa boyu yol almadan kendi etrafımızda daireler çiziyoruz ve dönüp dolaşıp geldiğimiz yer sevgi değil nefret oluyor.
Mutlu değiliz biz, çünkü gerçekte hiç sevmedik. Özgür değiliz biz, çünkü her şeyi sadece kendimiz için istedik, bir tek kendimiz için almayı bildik.
Peki bizler nasıl mutlu ve özgür olacağız?
Aslında cevap tam da mutsuzluğumuza neden olan kaynağın ortasında yatıyor. Şimdiye kadar hep kendimize yönelik yaşadık, hep almayı bildik ve bizlere mutluluk getirmediğini, aksine düşlediğimiz özgürlüğü de bizden çaldığını gördük. Belki de, bu egoist ve kendini sevmeye yönelik doğamıza zıt bir yaklaşımla mutlu olabiliriz. Nasıl mı? İçinde yaşadığımız doğayı inceleyerek. Doğada her şey zıttı ile var. İnsanlık olarak şimdiye kadarki gelişimimizde bu iki zıtlığın hep negatif yönünde yol aldık. Bizi yarattığı bu rekabet düzeniyle bilim ve teknoloji konularında ilerletse de her birimizin içinde çok büyük boşluklar yarattı. Yüzleşmek istemesek de hepimiz sevmeye ve sevilmeye açız, sevgiyle dolmak istiyoruz, çünkü içten içe hepimiz korona virüsünün bizleri toplumdan izole etmesiyle anlamaya başladık ki şimdiye kadarki bağ kurma biçimlerimiz bize ne mutluluk ne de özgürlük getiriyor. Kaçınılmaz bir değişimin başlangıcındayız ve en iyi öğretmenimiz de doğa.
Doğa da canlı cansız, insan dışındaki her varoluş biçimi uyum içerisinde birbirine hizmet etmekte. Bizim, yapmayı en iyi bildiğimiz almanın aksine, koşulsuz verme ile çalışan bir düzen var dışımızda. Doğada hiçbir form ihtiyacından fazlasını almıyor. Denizlere, gökyüzüne, bitkilere, hayvanlara bakıp huzur ve mutluluk hissediyoruz, neden? Çünkü cevap her gün gözümüzün önünde. Doğada vermeye dayalı özgürlüğü görüp imreniyoruz ama onun parçası olmamak için de direniyoruz.
Dünya vermekle mi, almakla mı özgürleşir? Bir daha tekrar gökyüzüne, denizlere, hayvanlara baktığımızda bunu kendi kalplerimize soralım. Evimizdeki eski eşyaları ya da giysileri atarak değil gönüllerle bağ kurarak, başkalarını da en az kendimiz kadar hatta daha fazla severek mutlu olmayı öğrenelim. Başkalarını önemsediğimiz, başkalarına vermeyi öğrendiğimiz ölçüde özgürleşeceğiz. Çünkü hiçbir şeye sahip değildir insan, duygularından başka.