İnsanlığın gelişim sürecinde birçok savaşlar olmuş, kağıtlar imzalanmış ve sözde barış kavramı çerçevesinde anlaşmalar yapılmıştır. Fakat tüm bu sürecin sonuçlarına baktığımızda günümüzde bunların hiçbir işe yaramadığını görebiliyoruz. Barışı tam olarak edinebilmemiz için öncelikle onun karşıtı olan savaşı ve kaynağını bilmemiz gerekir. Bizler doğadan koptukça yaşadığımız koşullar ve çevrenin etkisi ile farklılıklar gösterdik. Elbette bunda yanlış bir şey yok, yaşamın sürdürülebilmesi açısından her topluluk kendi varoluşunu gerçekleştirmek zorundaydı. Ancak bizler farklılıklarımızı bütünleyici bir şekilde kullanmak yerine birbirimizden uzaklaşıp ayrışarak aslında bizi güzel kılan farklılıklarımızın doğasını anlamayı reddettik. Sonuç olarak benim ülkem, benim param, benim hayatım gibi benmerkezci bir anlayışla beraber birbirimizi sömürmek ve tüketmek üzere toplumlar inşa etmiş olduk.
Günümüzde artık neredeyse hiçbir ülkenin insanı mutlu değil. Yorgun ve tükenmiş durumdayız. Artık insanlar hayatın anlamını sorguluyor, ne için yaşadıklarını ve bugüne kadarki kitlesel gelişimin insani değerleri öldürdüğünün farkındalığına doğru ilerliyor. Kalbimizi dinlediğimizde az çok hepimiz hissediyoruz ki bizi barıştan, dengeli yaşamdan ve uyumdan uzaklaştıran şey kendimizi doğadan ve birbirimizden ayrı görerek uzaklaşmamız olmuştur. Teknolojik gelişim ve buna dayalı başka hiçbir şey insanlığa aslında özünde istediği o mutluluğu verememiştir. Aksine daha doyumsuz, sahip oldukça fazlasını isteyen, elde edince de o tatmin olma duygusu ellerinden akıp giden bireylere dönüştük. Geriye kalansa sadece koca bir boşluk ve her şey bunun için miydi diye gelen bir iç ses.
Doğaya baktığımızda tüm mevsimlerin kendi doğasını yaşarken aynı zamanda bir diğeri için gelecek süreci hazırladığını da görüyoruz. Hiçbir canlı, ihtiyacından fazlasını almıyor ve bir diğerinin yaşamına mutlaka katkıda bulunuyor. Ormanlar oksijen veriyor, bitkilerden sebze ve meyve ediniyoruz. Hayatımızın vazgeçilmezi olan su; toprağa hayat veriyor, yağmurlarla, bulutlarla mevsimleri yaşıyoruz. Kısacası hayat mükemmel bir bolluk ve bereket içerisinde kedini gerçekleştirmeye devam ediyor. Bizler kendimizi ne kadar ondan ayrı görsek de onun koşulsuz sevgisinden besleniyoruz ve aslında tüketerek de olsa onun bir parçası olduğumuz gerçeğini o her zaman bize hatırlatıryor. Onun bu mükemmel ve eşsiz doğası bizim için gerçek, yaşayan, canlı bir örnek. Bunun için şimdiye dek yaptığımız her şeyin gerçekte neye hizmet ettiğini anlamamız lazım. Doğa bize ve tüm yaşama hizmet ederken bizler sadece kendimiz için almayı seçtik. Egoist doğamız bizi bu yaklaşımla beraber bugün içinde bulunduğumuz yokluk, kıtlık ve ayrı olduğumuzu sandığımız bir bilince getirdi. Oysa gelişimimize hizmet eden egomuzu doğanın özgecil yaklaşımıyla birleştirip kullanmayı öğrenirsek ve sürekli alan olmak yerine doğa gibi vermeyi de öğrenirsek o zaman barış tüm yaşam biçimimizde ve onun her evresinde hayal olmaktan çıkıp gerçekliğimize dönüşebilir. Sonsuz verici bir şekilde barış içinde yaşayan doğayı örnek alırsak, şehir yaşamından kaçıp bir yerlere gitmemize gerek kalmayacak, hayat sadece imkanı olanlar için değil, herkes için tam ve bütün olacak. Bizlerin de doğa gibi birbirimizin bütünlüğüne hizmet etmemiz, başkaları adına sevinebilmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Sadece kendimiz için değil herkes için daha iyi bir yaşamın olabileceği gerçeğini bilmemiz ve arzulamamız gerekiyor. Doğada her şey mükemmel ve tam.
Şimdiye dek hep bir şeyleri veya birilerini değiştirmek istedik, başkalarını suçladık. Oysa değişim bir farkındalık meselesidir. Önce kendimiz değişmeyi istemeliyiz. Soluduğumuz hava, baktığımız güneş, dokunduğumuz hayat bize kusursuzca, cömert bir şekilde yaklaşırken bizim de artık kendimizle korkmadan yüzleşmemiz ve önce kendimizle barışmamız lazım. Sorunlarımızı paylaştıkça azaltırız, mutluluğu paylaştıkça çoğaltırız. Barış kağıtlara yapılan imzalarla değil kalplere atılan sevgi tohumları ile gerçek olur.