Yediden yetmişe ifadesini kullanırken bir zaman akışından bahseder gibiyizdir. Ama kulağa, daha doğrusu kalbe öyle gelmiyor. Çünkü siz yedideyken ya da yetmiş diyelim, varoluş zamansız şekilde buradayım, hazırım, ya sen, diyor.
Dışarıda değil içeride olup biteni gösteren; kalbin burada atıyor, asıl nefes aldığın yer burası diyen davetiyeler, arayışlar gelir. Hiçbir yaş alışta, anlam arayışında benimle değildi, diyemeyeceğiniz anlamlar… Evet, hiçbir boşluk bırakmayacak şekilde birebir bizimleydi. Ne zaman ki, nereye kadar varlığımı yadsıyacaksın ki diyene kadar. Sahip çıkmamız, uyandırıp su üstüne çıkarmamız ve en önemlisi de iletişim kurmamızı sağlayacak o içsel dili anlayana kadar.
Eğer gizleniyor ve oyunlar oynuyorsa, arayış her şeye değer. Demek ki merakınız hep taze tutulacak. Size hep gülümseyen, yok böyle bir şey, imkansız dedirtecek kadar büyüleyici ve bir o kadar yakın ve bir o kadar uzak…
Bu beş duyumuz nelere kâdir. Altıncıyı yakalayana kadar… Her an oyuna hazır. Oyunlar oynayarak öğreniyoruz, perde önünde veya perde arkasında. Ne kadar gizlense de varlığına dair hep bir işaret ve göz kırpma ve hey nereye gidiyorsun, daha oyun bitmedi, diyen o canlılık ve diriliş.
Belki de duyacak kulaklara ve görecek gözlere sahip olmamızı bekliyor. Her seferinde yeniden doğmuş gibi ve karanlığa onunla gözlerimizi açmamızı bekleyen ve hazırım, bana eşlik et diyen nakarat üstüne nakarat, o içsel kalbin dili.
Bizi doğadan yabancılaştıran ve onunla kimliklenmemize olanak vermeyen, bizleri anlam arayışına iten, özgecil olmayan arzularımız mı? Bencilliğimizin farkındalığına ulaşarak, aradığımızı özgecil eylem ve niyetle, sevgi diliyle yeniden bulabilmemiz için bizi destekleyen şey, o içsel kalbin dili midir? Ne dersiniz?