Şimdi geçmişe dönüp hayatıma bakıyorum da en mutlu olduğum zamanlar ninem ve teyzemle geçirdiğim çocukluk yıllarımdı.Nasıl anlatsam,taş çatlasa 7-8 hanelik küçük köyümüzdeki iki odalı kerpiç evde geçirdiğim o anlarda sanki sihirliydi her şey. Rüzgarın kuru harnup (keçiboynuzu:) yapraklarını hafif hafif sürükleyişi, kuşların ötüşü, suyun sesi, o büyülü ayak sesleri, ocakta yanan ateşin çıtırtısı ve gaz yağı lambasının tavandaki merteklerde oluşturduğu o gölgeler, çiçeklerin ve bin bir çeşit otların burnuma gelen o eşsiz kokularıyla mantızda pişen yemeğin buğusu… Doğa sanki her şeyi sevgiyle sunuyordu bize.Sanki her şey bir bütünün parçası gibi sevgiyle şarkı söylüyordu. Ninemin konuşması masallar diyarından gelen bir mırıldanış gibiydi ve ben o konuşurken onun varlığı ile beraber duyumsuyordum onu.. Şimdi ise kendime bakıyorum da ne duyabiliyorum, ne görebiliyorum ne de tadabiliyorum o zamanlar olduğu gibi…
O iki odalı evdeki insanların ve benim, hiçbir şeyimiz yoktu ama sanki sırtımızı varoluşa dayayıp yıldızlar eşliğinde sihirli bir halının üzerinde uzay yolculuğu yapıyorduk. Ve her şey bizim o anları yaşamamız için bize hizmet ediyordu..Kilometrelerce mesafeden o dağ başındaki köye yürüye yürüye misafirliğe gelenler, insan insana kavuşunca dağın dağa kavuşması kadar büyük bir mutluluk oluyordu, bayramlardaysa arı oğulu gibi kalabalıklar… Hayatlarımıza bakıyorum da zenginlik içinde yaşıyoruz ama fakiriz. Çokluk içinde yaşıyoruz ama yokuz, kimse kimseyi duymuyor, kimsenin kimseye ayıracak zamanı yok. Hep bir telaş, hep bir kovalamaca ve her şeyimiz de var hayatta. Hatta, zamanında krallarda, padişahlarda bile olmayan imkanlar bizim neslimizde sıradan bir insanda dahi var ama yine de hayatın tadı tuzu yok. Saman gibi hatta…
Özlemle geriye dönüp de kalbime sorduğumda görüyorum ki, ninelerimizin, dedelerimizin neslinde aralarında bir bağ vardı, doğal bir bağ. Biz o bağı kaybettik, kırık bir nesiliz, düştük kuyuya, zindana yani, egolarımızın içine.Egolarımız bizi biz’den ayırdı ve izole etti. Herkes kendi dünyasında yaşıyor şimdi.Kimse kimseyi duymuyor, kimsenin kimseye tahammülü yok.. Egonun karanlık zindanında herkes kendi etini yiyip duruyor. Dışarıdaki hiç bir şey gerçekten dokunmuyor içimize ya da egomuz izin vermiyor dışarıdaki gerçekliğin bize ulaşmasına. O yüzden duvarlarımız yosun tutmuş.Teslimiyet duygusu ne yazık ki da artık yok. Çünkü egodan kaskatı kesilmişiz.
Derken bir Covid-19’dur çıkıp geliyor içimizdeki yosunların boyunun ölçüsünü almaya ve bilinmeyenin meydan okuması karşısında herkes süt liman oluveriyor bir anda. İşte şimdi egonun duvarları hafiften çatırdadı da bir ışık huzmesi girdi içeriye , aramıza.. Ve bu aralar gözlemliyorum ki doğa kendini onarmaya, yenilemeye başladı aynı zamanda. İklimler dengesini buluyor, nesli tükenmekte olan hayvan türleri ortalarda gözükmeye başlıyor, ne zamandır kayıp sandığımız geyikler ve filler şehrin bahçelerinde şekerleme yapmak için gezintiye çıkıyor, hava kirliliği birçok yerde azalmaya başlıyor, Hindistan’ın yanıbaşında göz kırpıyor peçesini açmış Himalaya ve müthiş değişimler oluyor dışarıda.. Doğada her şey bağ içerisinde ve doğa kapalı bir sistem. Kırık egolarımızla ona dahil olmamız mümkün değil, böyle kendimizi merkezde zannederek davranırsak da elbette ölü bir fetüs gibi dışarı atar bizi doğa. Çünkü biz onun bütüncül sisteminin yalnızca küçük bir parçasıyız. Aramızda egolarımıza rağmen doğru bir şekilde bağ kurarsak eğer, doğanın eşsiz sistemine güçlü bir şekilde yeniden dahil olabileceğiz. İşte o zaman, doğanın bizi, her şeyin birbirine bağlı olduğu ve her şeyin birbirine sevgiyle hizmet ettiği o eşsiz alana merhametle yeniden çekmeye çalıştığını farkedebilir, 3. dünya savaşına giden bir süreçte küçücük virüsüyle bizleri nasıl dinginleştirdiğini ve her birimizi iyileşene kadar kendi kovuğuna gönderdiğini görebiliriz. Aslında Doğa bize bu virüs sayesinde yardım ediyor.Yapmamız gereken sadece bu izolasyon süresince düşünmek. Sevgiler.